Geçmişin İzleri ve Bugünün Ekonomisi
Geçmişin İzleri ve Bugünün Ekonomisi
İktisat teorileri tarihsel olayların etkisiyle, özellikle
kriz dönemlerinde, acil çözüm bekleyen
sorunlara mevcut yaklaşımların tatmin edici açıklamalar
getirememesi sonucu değişime uğrarlar.
Yakın tarih bu dönüşümlere sahne olmuştur.
1929 Dünya Bunalımından önce iktisada hâkim
yaklaşım, piyasaların kendi kendini düzenleme yeteneğine sahip olduğunu
iddia ediyordu. İktisatçıların Neo-Klasik iktisat olarak adlandırdıkları bu yaklaşıma
göre rekabetçi
piyasa ekonomisi kaynakları en etkin şekilde
dağıtır
ve ekonomide oluşan bir dengesizlik arz ve talep mekanizmasıyla otomatik olarak
giderilebilir.
1929 bunalımı kendi kendini düzenleyebilen piyasa sistemine
olan inancı derinden sarsmıştır. Dünyanın gelişmiş ekonomilerinde işsizlik yüzde 25`lere yükselmiş
ve milli gelir yüzde 15`lere varan oranda azalmış.
Bu dönemde İngiliz iktisatçı John Maynard
Keynes öncülüğünde gelişen ve adına Keynesyen iktisat denilen yaklaşım başka bir açıklama önermiştir. Bu açıklamaya göre, piyasalar uzun dönemde istikrarlıdır
ancak kendi kendini düzenleme yeteneği sınırlıdır.
Keynesyen yaklaşımı
şöyle bir benzetmeyle açıklayalım.
Ekonomiyi bir otomobile benzetelim. Kriz döneminde otomobil çamura saplanmıştır.
Motor çalışmakta ancak otomobil ileriye
doğru hareket edememektedir. Bu durumda otomobile dışarıdan bir gücün yardım etmesi gerekir. Otomobil patinaj yaptığı
durumdan kurtulur kurtulmaz ileriye doğru
hareket edecektir. Bu durumda uygulanması
önerilen politika, dışarıdan
bir gücün otomobili ileriye doğru
itmesidir. Devletin görünen eli, yani maliye
politikası ekonomiye yön göstermelidir. Maliye politikası ekonominin
itici gücü olarak ortaya çıkmış ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında (işçi sınıfının
mücadelesinin de etkisiyle) refah devleti olarak adlandırılan uygulamalar ortaya çıkmış ve
dunya ekonomilerinde ‘altın’ bir dönem yaşanmıştır.
Bu dönemde tüm anaakım iktisatçılar, kapitalizmin üstünlüğünü,
Keynesyen politikaların başarılarını anlatmakla gurur duyuyorlardı. Hatta o dönemde birikmekte olan tüm kriz göstergelerine rağmen,
bu başarıyı görmeyenleri arkaik olmakla eleştiriyorlardı. Ancak krizin kapıyı çalması
gecikmedi ve 1970 yılında başta ABD olmak üzere pekcok gelişmiş ekonomide oluşan
kriz yansımasını bir kez daha iktisat teorisinde gösterdi.
Yaşanan krizin sorumlusu, iktisatçıların kaleminde, ‘altın’ dönemde uygulanan politikalardır.
Krizler tarihte görülen
nadir olaylar değil, sürekli yeniden oluşuyordu ancak anakım iktisatçılar kriz karşısında aynı açıklamayı
tekrarlamaktan vazgeçmiyordu. Anakım iktisatçilar hep bir ağızdan önceki dönemde uygulanan ve özellikle
emekçi kesimlerin mücadeleleriyle kazandıkları
sosyal haklara saldırmıştır. Bunu teorik olarak meşrulastirmak üzere 1929 krizi
öncesi iktisadi anlayışı yeniden ve bu
sefer daha sefil bir biçimde diriltmişlerdir.
Piyasaların olabilecek en etkin sonuçlara ulaşmasının önündeki en önemli engelin kamu müdahaleleri
olduğu hep bir ağızdan dile getirilmiştir. Teşhis bu şekilde konuduğunda çözüm piyasanin önündeki
engellerin kaldirilmasi olarak tarif edilmiştir. Ancak bu dönemde iktisadın
alanı insan aklını şaşırtacak kadar geniş alana yayılmıştır. Nobel iktisat ödülleri de işçi
sınıfina
ve onun haklarına saldırıda
kullanılacak teorik aletleri geliştirenlere
verilmiştir.
Bu dönemin iktisat dünyasını yansıtan iki örnek vermek istiyorum. Birincisi çalışma
iktisadı alanından. Rivayet ediliyor ki,
işçi ile işveren arasında bilgi asimetrisi vardır. Bundan dolayı patron işçiyi
işyerinde yeterince iyi gözetleyemez/kontrol
edemez. Bu durumda tembel işçiyi ya da işçinin tembellik yapmasini engellemek için
gereken şey “denge işsizlik” oranının varlığıdır. Yani işçileri disipline etmek
için işsizlik gerekmektedir. Bunları yazan iktisatçıların politikacılara önerileri
işsizlik ödemelerinin azaltılması ve diğer
sosyal yardımların kesilmesidir.
İkinci örnek aile
ile ilgilidir. Aile ekonomisi alanında çalışan iktisatçılar sosyal yardımlara saldırmak
için akla sığmaz argumanlara
başvurmuşlardır. Bir kadın anne olmayı seçmisse,
ona ücretli dogum izni vermemek gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Argümanları şudur; çocuk sahibi olmak aileye bir fayda sağlar ve bunun bir fırsat maliyeti vardır. Yani
anne olmakla belirli bir maaştan vazgeçilmiştir; iktisatçılar buna fırsat
maliyeti derler. Fayda maliyetten yüksekse kadın anne olmayı seçer ve ailenin
refahı (fayda, maliyeti aştığından dolayı)
yükselmistir. Bu bilinçli bir tercihtir
ve aileye herhangi bir sosyal yardım yapılmasına
gerek yoktur. Refah devleti uygulamaları adım adım
tasfiye edilmiş ve iktisatçılarda (bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde) bunun meşrulastırıcısı olmuştur.
Bu ve benzeri örnekler
üzerinden, piyasanın en etkin şekilde işleyeceği fikriyatı
süper matematiksel denklemlerle ortaya
konulmuş ve politikalacılara yeni bir alet çantası
sunulmuştur. Bu alet çantasını kullanmak icin politikacılar çok beklememiş ve İngiltere
ve ABD`de iktidara gelen muhafazakar yöneticiler
piyasalaştırmanın gazına
basmıştır.
Bunların sadece iktisatçıların ürettiği rızayla yapıldığını söylemiyorum. Kapitalizme içkin baskıcı/otoriter
yanı şimdilik bir kenara koyuyorum. Bu dönem
yaygın olarak neoliberal olarak adlandırılmıştır. Ekonomi
yönetimleri kamunun ekonomideki varlığını yeniden tanımlamış, ekonomideki kamu duzenlemeleri adım adım tasfiye edilmiş ve işgücü
piyasası kuralsızlaştırılmıştır. Ancak piyasaya duyulan bu inanç bir sonraki krizi önlemeyi başaramamış ve 2007/2008 büyük resesyonu yaşanmıştır.
Yaşanan son kriz
iktisat teorisinde henüz köklü bir değişime
yol açmış
görünmemektedir.
Krizin sorumlusu bu sefer aç gözlü
finansal oyuncular ve onları dizginleyemeyen merkez bankaları olmuştur. Kriz sonrası
iktisatçılara çok önemli eleştiriler
yoneltilmiştir. Mesela, İngiliz kraliçesi
Londra Iktisat Okulu`nun yeni binasının açılış
töreninde hazır bulunan iktisatçıları “bu krizi neden hiçbiriniz öngöremediniz” diyerek eleştirmiş.
İşte bu yazının vurgulamak istediği tam da bu sorunun sorulma nedeniyle ilgilidir. İngiliz kraliçesi bu soruyu neden sormuştur? Krizin yoksullaştırdığı İngiliz halkına mı üzülmüş yoksa krizi öngörememekten
kaynaklanan kendi kişisel kayıplarına mı sinirlenmiştir. Kraliçenin kriz sırasında Londra borsasındaki varlıkları
yüzde 25 oranında değer kaybetmiştir. Kraliçe`nin iktisatçılara kızgınlığı “anlaşilabilir”!
Buradan varmak istediğim
nokta şudur; her ne kadar anakım iktisatçı kitlesi bunu kabul etmese de krizler
kapitalizme içkindir. Sermaye birikim sürecinin doğal
sonucudur. Krizler hatalı ya da yalnış iktisat politikalarının sonucu değildir. Hatalı ya da yalnış olarak suçlanan politikalar aslında bir önceki dönemde tıkanan sermaye birikiminin önündeki
engelleri ortadan kaldırmak için uygulanmıştır.
Biraz`da Turkiye`yle ilişkilendirerek
açıklayalım. 1970`li yılların başında
gelişmiş kapitalist ülkelerde kar oranları
düşmeye başlamıştır. Kar oranlarının düşmesi krizin ardındaki temel nedendir. Kriz Turkiye`ye 1976 yılından
sonra ulaşmıştır. Çünkü tüm dünya krizdeyken Türkiye işçi dövizleri ve dış borçlanma sayesinde krizin
etkisini bir süre öteleyebilmiştir.
1980 yılında ise krize tepki olarak 24 Ocak kararları alınmış. Süleyman
Demirel “devlet devreden çıkıyormuş. Allah aşkına devlet devrede oldu da
ne oldu bakalım. Hep beraber bakalım; huzurunuza 230 milyar lira zarar
getiriyorum...kim ödeyecek 350 milyar
lira zararı?” diyerek kararları savunmuştur. İşte bu konuşma yukarıda açıkladığım anlayışı yansıtıyor.
Kendisi hükümetken
yarattığı yıkımı 24 Ocak 1980 kararlarıyla
toplumun sırtına yüklemiştir. Bu kararlar
demokratik bir ülkede uygulama imkanı bulamazdı ve bu nedenle 12 Eylül askeri darbesi yaşandı. Bu askeri darbeyi de
ilk alkışlayanlar iş dünyasının güzide insanlarıydı!
Daha sonra gelen Özal,
piyasa hakimiyetinin hayatın her alanına uygulanması
için her türlü politikayı uygulamış ve ancak politikalar
1988 yılında yeniden tıkanmıştır. Şunu da belirtelim; Özal döneminde özel sektöre
türlü destek ve vergi ayrıcalıkları sağlanmıştır. Bu
şu demektir; vergi almadan ayrıcalık veriliyorsa, devlet ya yeni vergi kaynağı bulmalı ya da borçanmalı. Özal
ikisini de yapmıştır. KDV adı altında vergi yükü geniş kitlelerin sırtına yüklenmiştir.
Aynı Özal 1989 yılında
finansal serbestleşme adımını atmıştır. Bankalara yurtdışından kolayca borçlanma imkanı sağlanmıştır. Dövizle
borçlanan bankalar, bu fonları yüksek
faiz kazancı sağlayan kamu borçlanma senetlerine yatırmıştır. Devlet vergi almadığı özel
kesimden borç almaya başlamıştır. Yani
vergisini ödeyenler devletten hizmet
beklerken, vergileri kamu borcuna ödenen faiz üzerinden
sermaye birikimine dönüşmüştür. Devlete borç
verebilecek kadar parası olanlara akmıştır bu fonlar.
1994 yılında sürdürülemezliği
belli olan bu politikalar, Tansu Çiller`in
faizleri düşürme
kararıyla krize dönüşmüştür. Burada bir ayrıntı çok önemlidir. 5 Nisan
kararlarıyla yerli para devalüe edilmiştir.
Normal şartlarda bu devalüasyonun dövizle borçlanmış
bankalara maliyetinin çok yüksek olması gerekirdi. Ancak merkez bankası ve
kamu bankaları devalüasyondan önce döviz
açığı
olan bankacılık kesimine döviz satmış ve döviz açıkları kapatılmıştır. Hatta bankalar krizden sonra bir miktar
kar bile etmiştir. Kriz bir kez daha emekçi halkın sırtına yüklenmiştir.
2001 krizi bunun istisnasi değildi. Krizden sonra ekonominin direksiyonuna oturan Kemal Derviş`in
öncülüğünde hazırlanan Güclü
Ekonomiye Geçis programı kamudan arta
kalan ne varsa özelleştirmeyi amaçlayan bir programdı. Programin öngördüğü ve adına reform denilen düzenlemeleri yapmaksa bugünkü iktidara
kaldı.
TEKEL önce parçalara ayrıldı ve sonra herbir parçası özelleştirildi,
TÜPRAS ve PETKİM özelleştirildi. Yakın dönemde kredi borçlarıyla
yeniden gündeme gelen TELEKOM özelleştirildi, iş yasasının piyasanın isteğine göre
düzenlendi, kamuda performans sistemine
geçildi, en dramatik olanı sosyal
sigortalar kurumu ve hastanelerinin tasfiye edilmesiydi. Tüm bunların sonucunda, seçim sonrasında yeniden reform yapılacak söylemi hakim. Dolayısıyla cüzdanlarınıza sahip olun, seçimden sonra içerisinde
birşey kalmışsa onlara da el uzatılacak.
Bugünlerde mevcut
talan düzeni tıkanmıştır ve bunun yansıması
olarak dolar artmaktadır. Merkez bankası faizleri dramatik biçimde arttırmıştır. Emekçiler kazandıklarının daha büyük bir kısmını faiz ödemelerine ayırmak zorundadır. Döviz
kurunun bu yüksek düzeyi biraz gecikmeli olarak enflasyona yansıyacak
ve alım gücü
daha da azalacaktır. Yeni bir talan düzenine
geçiş ise ya yeni bir krizle ya da bir
IMF dayatmasıyla olacaktır. Burada üçüncü bir seçenek
daha vardir. O da sosyal ve eşitlikçi
politikalar uygulamak ve bu politikaları varlıklılardan alınacak vergilerle
finanse etmek.
Yorumlar