Döviz Kuru Neden Dalgalanıyor? Ekonomi Politik Bir Açıklama
http://www.mersinyasam.net`te yayınlanmıştır
http://www.mersinyasam.net/HaberDetay.aspx?id=22337
Döviz Kuru Neden Dalgalanıyor? Ekonomi Politik
Bir Açıklama
Selim
Çakmaklı
Son aylarda döviz
kurunda yaşanan dalgalanmalar ve ekonomik
aktivitenin yavaşlaması seçim sonrasi kriz olasılığını arttırmıştır.
İktisatçılar arasında da tartışmalar canlanmıştır.
Bu yazı kapsamında bu konudaki düşüncelerimi
paylaşmak istiyorum. Bunu yaparken iki düzeyli bir analiz yapacağım. Öncelikle basit bir
arz talep analiziyle döviz kurundaki
hareketleri açıklayacağım ve daha sonra yakın dönemin ekonomi politiğiyle ilgili fikirlerimi söyleyecegim.
İktisat konusunda en bilindik şey arz ve taleptir. Bir metanın fiyatı arz
ve talepteki dalgalanmaların boyuna bağlı
olarak değişir.
Örneğin,
dövize talep varsa ve ülkede bu talebi
karşılayacak bir döviz arzı yoksa, döviz kuru
yükselir. Döviz
arz ve talebinin kaynağı TCMB`nin yayınladığı ödemeler
dengesi bilançosundan takip edilir.
Her türlü ithalat ve yurtdışına yatırım dövize olan
talebi arttırır. Ülkeye parasını getirmiş yabancı yatırımcıların
ülkeden çıkması
döviz talebini arttırır. İhracat ve ülkeye yapılan yatırımlar döviz arzının temel kaynağıdır. Bunlara ek olarak kaynağı
bilinmeyen net hata ve noksan kalemi vardır.
TCMB verilerine göre
ihracat ve ithalat arasındaki farklılık (cari işlemler
acığı) 55,380 milyon dolar olmuştur. Bu şu
demektir; bu açığı finanse etmek için ülkeye ya sermaye girişi olmalıdır ya da resmi rezervler kullanılacaktır.
Sermaye girişini ödemeler dengesindeki iki ana kalemden takip
ediyoruz; doğrudan sermaye yatırımları önceki yılın aynı ayına göre 269 milyon dolar azalmış ve portföy
yatırımları 2,381 milyon dolar tutarında net çıkış kaydetmiştir.
Net hata ve noksan kalemi ise 2,916 milyon dolar fazla vermiştir. Teknoloji çağında bu kadar hata ancak bu kalemi kaynağı belirsiz sermaye girişi olarak tanımlamakla açıklanır.
Ülkeye akan yabancı sermaye akımları yavaşlamış ve hatta tersine dönmüştür. Cari açığı bu girişlere
dayanarak finanse etmek yakın dönemde mümkün
olmayacaktır. Döviz açığını
finanse etmek üzere resmi döviz rezervleri 4,836 milyon dolar azalmıştır. Dolayısıyla, döviz arzı döviz talebini
karşılamaktan uzaktır ve buna tepki
olarak döviz kuru artmaktadır.
Buraya kadarki açıklama
olayın görünen
yönüyle
ilgilidir. Asıl soru döviz arz ve döviz talebinin ardında yatan ekonomi politik mekanizmalardır.
İktisatçının işi de burada başlar. Ama
iktisatçılar nadiren bir konu etrafında aynı fikirlere sahiptir.
Yaygın iktisat anlayışına
sahip iktisatçıların açıklamasi basittir. Ekonomiyi yöneten kurumlar arasındaki uyumsuzluk,
ekonomide yaşanan güven kaybı, OHAL, reformların gecikmesi, 16 yıldır
uygulanan yalnış politikalar, merkez
bankasına yapılan politik müdahaleler,
yolsuzluk v.b. açıklamaların merkezinde
olduğu pekçok
yazıyı medyada bulmak mümkündür. Buradaki
argümanların bazılarına katılmakla
birlikte bakış açımın farklı olduğunu söylemek istiyorum.
Herşeyden önce ekonomi yönetimi
yalnış politika uygulamaz. Böyle birşey
akıllara zarardır. Son 16 yılda uygulanan politikaların, önceki dönemlerdeki
benzerleri gibi amacı sermaye sahiplerinin doymak bilmez iştahını doyurmaktır. Bu politikalar bilinçli politikalardır.
Sermaye sahipleri daha fazla birikim için iki şey
yaparlar; birincisi ücretleri olabilecek en düşük seviyeye çekmeye uğraşırlar; ikincisi birbiriyle rekabet eder. Bu
rekabet nihayetinde kar oranlarını azaltır ve sistem krize girer. Karı arttırmanın
yeni yolları aranır, popüler deyimle reformlar yapılır, ve tıkanıklık
bir sonraki krize kadar aşılır ama
kriz yeniden oluşur. Yani kriz sistemin normal
bir ugrağıdır;
anormal bir durum değildir.
Krize sebep olan tıkanıklığı
aşmak iktisat politikalarının ana amacıdır.
İktisat politikalarının kriz öncesi ve
sonrasinda nasıl kullanıldığına ilişkin bir kaç
tarihsel örneğe uğrayalım.
1970`li yılların başında gelişmiş kapitalist ülkelerde kar oranları düşmeye
başlamış
ve dünya ekonomileri teker teker krizle yüzleşmek zorunda kalmıştır. Kriz Turkiye`ye 1976 yılından sonra ulaşmıştır. Çünkü tüm dünya krizdeyken Süleyman Demirel öncülüğündeki iktidar işçi dövizleri ve dış borçlanma sayesinde krizin
etkisini bir süre öteleyebilmiştir.
1980 yılında ise krize tepki olarak 24 Ocak kararları
alınmış. Süleyman
Demirel “devlet devreden çıkıyormuş. Allah aşkına devlet devrede oldu da
ne oldu bakalım. Hep beraber bakalım; huzurunuza 350 milyar lira zarar
getiriyorum...kim ödeyecek 350 milyar
lira zararı?” diyerek kararları savunmuştur. Kendisi hükümetken
yarattığı yıkımı 24 Ocak 1980
kararlarıyla toplumun sırtına yüklemiştir. Bu kararlar demokratik bir ülkede
uygulama imkanı bulamazdı ve bu nedenle 12 Eylül
askeri darbesi yaşandı. Bu askeri darbeyi de ilk alkışlayanlar iş dünyasının güzide
insanlarıydı!
Daha sonra gelen Özal,
ekonomi yönetimini parçalara ayırmış, özel sektöre her türlü teşviği sağlamış ve
vergi sistemini reforme etmiştir. Reform
derken zenginlerden vergi alınan vergi oranlarının adım adım azaltılmasını
kastediyoruz.
Devlet sermayedarlardan vergi almak
yerine borç almaya baslamış. Yani vergisini ödeyenler
devletten hizmet beklerken, vergiler kamu borcuna
ödenen faiz üzerinden sermaye birikimine dönüşmüştür. Devlete borç
verebilecek kadar parası olanlara akmıştır bu fonlar. Bu sürecte Özal`in tıkanan politikaları 1989 yılında finansal
serbestleşmeye aşılmıştır. Bu kararla bankalara yurtdışından kolayca
borçlanma imkanı sağlanmış.
Dövizle borçlanan
bankalar, bu fonları yüksek faiz kazancı sağlayan
kamu borçlanma senetlerine yatırmıştır.
1994 yılında sürdürülemezliği belli olan bu politikalar, Tansu Çiller`in faizleri düşürme kararıyla krize dönüşmüştür.
Burada bir ayrıntı çok onemlidir. 5 Nisan
kararlarıyla yerli para devalüe
edilmiştir. Normal şartlarda devalüasyonun
dövizle borçlanmış
bankalara maliyetinin çok yüksek olması gerekirdi. Ancak merkez bankası ve
kamu bankaları devalüasyondan önce döviz
açığı
olan bankacılık kesimine döviz satmış ve
döviz açıkları
kapatılmıştır. Hatta bankalar krizden
sonra bir miktar kar bile etmiştir.
2001 krizi bir istisna değildi.
Hatta en dramatik örneklerden biriydi.
Krizden sonra ekonominin direksiyonuna oturan Kemal Derviş`in öncülüğünde hazırlanan Güclü Ekonomiye Geçis programı kamudan arta kalan ne varsa özelleştirmeyi amaçlayan
bir programdı. Programın öngördüğü ve
adına reform denilen düzenlemeleri
yapmaksa bugünkü iktidara kaldı.
TEKEL önce parçalara ayrıldı ve sonra herbir parçası özelleştirildi,
TÜPRAS ve PETKİM özelleştirildi. Yakın dönemde
kredi borçlarıyla yeniden gündeme gelen TELEKOM özelleştirildi, kamuda performas sistemine geçildi, tarım sektörüne büyük bir darbe vuruldu, kamu-özel kesim
ortaklığı adı altında ülkenin ortak varlıkları özelleştirildi
ve doğa talan edildi. Ama bence en
dramatik olay sosyal sigortalar kurumu ve hastanelerinin tasfiye edilmesiydi. Dahası
da var; işgücü piyasasi esnekleştirme
bahanesiyle güvencesizleştirildi. İşsizlik oranı yeni bir patikaya
oturdu. Emekçi kitleler gündelik hayatlarını sürdürmek için krediye muhtaç hale geldi. İşte tüm bunlar yalnışlıkla değil,
tam tersine, bilinçli bir şekilde sermaye sınıfı daha da zenginleşsin
diye yapıldı. Sonucunda emekçi kesimler daha da yoksullaştı.
Bugünlerde mevcut
talan düzeni tıkanmıştır ve bunun
yansıması olarak dolar artmaktadır. Merkez bankası faizleri dramatik biçimde arttırmıştır.
Emekçiler kazandıklarının daha büyük bir
kısmını faiz ödemelerine ayırmak zorundadır.
Döviz kurunun bu yüksek düzeyi biraz
gecikmeli olarak enflasyona yansıyacak ve alım gücü daha da azalacaktır. Yeni bir talan düzenine geçiş
ise ya yeni bir krizle ya da bir IMF dayatmasıyla olacaktır. Burada üçüncü
bir seçenek daha vardir. O da sosyal ve
eşitlikçi politikalar uygulamak ve bu
politikaları varlıklılardan alınacak vergilerle finanse etmek.
Yorumlar