ABD`de Siyahi Liberal Oydaşma ve Sonrası

 

Selim Çakmaklı
Rutgers Üniversitesi Camden Kampüsü İktisat Bolümü Üyesi
13 Temmuz 2020
 [SiyasiHaber websitesinde yayınlanmıştır]

Amerika Birleşmiş Devletleri`nin kırk dördüncü başkanı Barack Obama göreve geldiğinde toplumun emekçi kesimleri, siyahiler ve hispanikler önce mevcut ekonomik düzende ve daha sonra da siyasal-kurumsal yapıda bir dönüşümün mümkün olabileceğini hayal ettiler. Obama`nın başkanlık kampanyası sloganı “Change We Need” (ihtiyaç duyduğumuz değişim) bir umut vadediyordu. Toplum 21.yüzyılın ilk büyük kriziyle karşı karşıyaydı; emlak balonu patlamış ve Wall-Street bankaları ellerindeki değersiz varlıklarla ne yapacaklarını bilemez haldeydi. Resmi işsizlik oranı yüzde 10`lar düzeyine ulaşmış, işini kaybedenler mortgage ödemelerini yapmakta güçlük çeker hale gelmişti.

Komedyen Chris Rock, Netflix`teki gösterisinde durumu şöyle özetliyor; Bush o kadar kötüydü ki, bize Obama`yi verdi”. Maalesef Obama başkanlığa ekonomiyi Wall-Street`in iki göz bebeğine emanet ederek başladı; Merkez bankasının (Federal Reserv) New York başkanı Timoth Geithner Hazine Sekreteri olurken Harvard Üniversitesi başkanı Lawrence Summers Ulusal Ekonomi Konseyi direktörü oldu. Summers`ın ünü nereden geliyor diye merak edenler için, iktisatçılarla finans dünyası arasındaki ilişkiyi eleştirel bir bakışla beyaz perdeye taşıyan Inside Job”[1] belgeseline bakmak yararlı olacaktır. Bu ekonomi takımı kendisinden bekleneni mükemmele yakın bir şekilde yerine getirdi; finansal kuruluşlarını ve otomotiv endüstrisine cömert kurtarma paketleri sağladılar.

Emlak sektörü açısından Obama yönetimi ödeme güçlüğü yaşayan ya da evinin değeri mortgage borcunun altında kalan ailelere destek amacıyla bir yârdım paketi geliştirdi ama bu kurtarma paketi sadece gecikmiş ödemesi bulunmayanları kapsadı. Böylece birkaç aylık ödeme gecikmesi olan işsizler ve çoğunlukla azınlıklar kapsanmadığından pek çok yoksul aile evlerini kaybettiler. Bu ırksal servet dağılımındaki eşitsizlikleri daha da arttırdı. İktisadi Politika Enstitüsü (Economic Policy Institute)`den Chris Famighetti ve Darrick Hamilton kriz sonrası toparlanma döneminde ev sahipliği açısından ırksal ev sahipliği eşitsizliklerinin arttığını ve siyahi üniversite mezunlarının emlak piyasasında karşılaştıkları zorlukların arttığını gösterdiler.[2]

Dolayısıyla Başkan Obama`nın kendisine bağlanan beklentileri karşılamaktan uzak politikaları ve tutumları, özellikle, Afro-Amerikalı entelektüeller arasında uzun süredir devam eden fikir ayrılıklarını da daha görünür hale getirdi. Ayrıca Demokratik Parti`nin tatava yapma bas geç söylemi geleneksel seçmeni ikna etmeye yetebilirdi ama genç seçmeni ikna etmeye yetmedi.

Siyah-Beyaz Demokrasi
Başkan Obama`nın ABD toplumuna ve kurumlarının uygulamalarına sinmiş sistemsel ırkçılığa karşı kararlı bir tutum alma isteksizliği, Democrary in Black (Demokrasi Siyahta) kitabının yazarı Eddie S. Glaude Jr. göre şaşılacak bir durum değildi. Glaude Jr. Obama`nın seçilmesini Afro-Amerikalıların yaşam tarzlarının kılavuzu olma iddiasındaki siyahi siyasetlerin mantıksal bir sonucu olduğunu iddia ediyor. Bu siyaset bağımsız karar alabilen rasyonel bireylerin eylemlerinin sonuçlarıyla yaşayabilme kabiliyetine sahip olduğunu ileri süren siyahi liberalizmdir. Glaude Jr. üç tür siyahi liberalizm tartışmıştır; geleneksel siyahi liberalizm, post-siyahi liberalizm, ve muhafazakar siyahi liberalizm. Bireyselliğe vurgu anlamında liberalizmin beyazı ile siyahı arasında bir fark yoktur. Dolayısıyla Amerika İdealleri siyahlar için vaat edici değilse bunun iki nedeni olabilir; birincisi bu ideale zarar veren ırkçılık, diğeri de sahip olduğu yeteneklerinin tümünü kullanamayan siyahi bireylerdir. 

Geleneksel siyahi liberaller Amerikan İdealleri ile yaşamın gerçekleri arasındaki boşluğu devletin doldurabileceğini iddia ederken post-siyahi liberaller sosyal sorunların çözümünde kamu-özel ortaklığını adres gösterir. Trump`ın İskân ve Şehircilik sekreteri Ben Carson gibi muhafazakâr siyahi liberaller ırkçılığın sistemsel değil, bazı beyazların önyargılarının sonucu olarak ele alır. Geleneksel siyahi liberaller gibi Amerikan idealleri ile gerçekler arasında bir farkın olduğunu ve bunun problematik hale geldiğini kabul ederler ancak muhafazakâr siyahi liberallere göre devletin yapabileceği bir şey yoktur.

Kuskusuz liberal anlayışların ötesinde radikal geleneklerde siyahiler özgürlük ve eşitlik mücadelesini şekillendirdi ancak bu yazının kapsamı hepsini değerlendirmeyi mümkün kılmıyor. Liberal anlayışları değerlendiren Glaude Jr.`ye göre İkinci Dünya Savaşı sonrasında üç tarihsel moment Başkan Obama gibi bir post-siyahi liberalin başkan olmasını sağladı. Bunları kısaca özetlemekte fayda var.

Karizmatik Bir Lidere Doğru

1945 yılı haziran ayından 1946`nın eylül ayına kadar 56 siyahi ırkçı şiddetle katledildi. Truman yönetiminin yaşanan şiddete karşı suskunluğu iki farklı tepkiyi tetikledi. Bunlardan ilki NAACP (National Association for the Advancement of Colored People-Siyahi İnsanların Gelişmesi için Ulusal Birlik)`nin tepkisidir. NAACP Başkan Truman`a bir delegasyon göndermiş ve Başkan da bir komitenin oluşturulmasını kabul etmişti. Bu komite yaşanan ırkçı ayrımcılığın ABD`nin dünyadaki ahlaki duruşuna (negatif) etkisini vurgulamıştır. Bu ahlaki tutum ABD`nin özgür dünyanın lideri olduğu görüşüdür.  İkinci tür tepki Paul Robeson`dan gelmiştir. Paul Robeson 12 Eylul 1946`da yaptığı konuşmasında “Zenci kadın ve erkeklere yönelik bu linç cinayetleri ve çete saldırılarının artan dalgası, ister Alman Nazileri isterse Amerikan Ku Kluxers olsun, demokrasi düşmanlarının uygulamaya hazır oldukları zulmün sınırını temsil eder. Buna ne dersiniz, Başkan Truman? Bu kötülüğe karşı neden konuşmadınız?
 
ABD`nin batı dünyasının moral lideri olduğu gibi bir propagandaya pirim vermeyen Paul Robeson, siyahilerin ihtiyaç duyduklarında kendilerini savunacaklarını Başkan’ının yüzüne söylemesi, maalesef onu soğuk savaş döneminde uygulanan cadı avının ilk kurbanı yapmıştır.[3] Paul Robeson yaşadığı zorluklar Nazım`a “bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robson” şiirini yazdırmıştır. Dünyadaki imajını ırkçılığı önlemeden daha fazla önemseyen Truman yönetimi ya bizimlesin ya düşmanla propagandasını başlatmıştır. Bir yerlerden tanıdık geliyor bu söylemler. NAACP önce Robeson`un tutumunu eleştirmiş ve daha sonra arasına bir mesafe koymuştur. Maalesef takip eden süreçte NAACP ırksal adalet konusunu ABD`nin bir iç meselesi olarak kabul etmiş, yani siyahilerin ulusal ideallerin arkasına sıralanmasına göz yummayı ve anti-komünist bir tutum takınmayı tercih etmiştir. 
 
Glaude Jr.`nın dikkat çektiği ikinci moment 1976 yılında filizlenmeye başlayan ırksızlaştırma (deracialization) stratejisi. 1976 Demokrat Parti kongresi seçimlerde başarı için ırksal sorunlara daha az vurgu yapılması ve daha genel meselelere odaklanmasının oy tabanını geliştireceği tartışılmıştır. 1990`larda politikacıları siyahilerin karşılaştıkları sorunlardan bahsederken meseleleri beyaz oy verenleri ürkütmeyecek şekilde formüle etme çabalarını Glaude Jr. ırksızlaştırma olarak kavramsallaştırıyor. Bu yönelim siyahilerin kendilerini temsil ettiklerini düşündükleri ancak siyahiler yararına olacak politikaları geliştirme konusunda isteksiz politikacıların ön plana çıkmasıyla sonuçlanmış. Böylece post-siyahi liberal anlayış çerçevesinde siyahilerin Amerikan toplumuna içerilmesinin ancak sorunların ırksal meselelerin ötesine taşınmasıyla mümkün olabileceği ileri sürülmüştür.
 
Glaude Jr. son momenti Jesse Jackson fenomenidir. 1984 ve 1988 yıllarında Demokrat Parti başkan adaylığı seçimine katılan Jesse Jackson, her ne kadar siyahi politik liderler tarafından desteklenmemiş olsa da önemli bir oy oranına ulaşmış. Glaude Jr. Obama`nın da benzer zorlukla karşılaştığında yani siyahi politik liderler Hillary Clinton`a destek açıkladıklarında kampanyalarını halka götürerek başarılı olduklarını not etmiştir. Glaude Jr. göre üzücü olan ise Jackson`un kampanyasının siyahilerin günlük yaşamlarında anlamlı bir iyileşme getirmemiş ancak Jackson`nun parti içerisindeki kişisel etkisini arttırmak gibi bir sonuç doğurmuş olmasıdır. Böylece tabandan gelen örgütlenmeler ve politik organizasyonların önemi küçümsenmiş ve siyahi seçmenlerin karizmatik liderin arkasına sıralanması beklenmiştir. 
 
Aslına bakılırsa bu strateji Obama için işe yaradı ancak liberal yaklaşımların siyahların, yerlilerin, hispaniklerin ve diğer azınlık gruplarla göçmenlerin sorunlarına köklü çözümler geliştirmesi ve sisteme içkin eşitsizlikleri siyasetlerinin merkezine koyması mümkün olmadı. Bir anlamda Black Lives Matter (Siyah Hayatlar Önemlidir) hareketi, kendilerini Afro-Amerikalıların lideri gören bu liberal anlayışlara bir tepkidir. BLM 2013 yılında Obama`nın başkanlığının ikinci döneminde Trayvon Martin`i öldüren George Zimmermann`nın mahkeme tarafından beraat ettirilmesine bir tepki olarak ortaya çıktı.[4] Dolayısıyla BLM ile liberal siyahlar arasında ciddi fikir ayrılıkları vardır ve bunların olması gayet doğaldır. Bunlardan en sıcak olanı polis şiddeti ve polis bütçelerine ilişkin protestolar ve söylemlerdir.

Polisin Kaynaklarını Kes
George Floyd`un Minneapolis`te katledilmesiyle tetiklenen toplumsal protestoların önemli bir talebi polisin kullandığı kamusal kaynakların azaltılması. Polisin Kaynaklarını Kes” (defund polis) sloganı Black Lives Matters (Siyah Hayatlar Önemlidir) hareketinin üç önemli talebini özetliyor: Bunlardan ilki polis şiddetine maruz kalan ve polis tarafından öldürülenlerin yakınlarına tazminat ödenmesi talebidir. İkinci olarak, eyalet, şehir ve belediyelerin güvenlik ve kitlesel tutuklamalara daha az kaynak ayırması talep edilmektedir. Son olarak, azınlık topluluklara (siyahların ve hispaniklerin yoğunlukla yaşadığı bölgelere) daha fazla yatırım yapılması talep edilmektedir. Dolayısıyla, “Polisin Kaynaklarını Kes” kamu kaynaklarının güvenlik politikalarından dezavantajlı grupları koruyacak ve onları sosyo-ekonomik anlamda yukarı taşıyacak şekilde kullanılmasını içeren bir politika önerisidir. Böylece kamu kaynaklarının okullardaki polisler yerine öğretmenlere ve danışmanlara yönlendirilmesi ve zihinsel sağlık ve iyileştirme hizmetlerine yatırım yapılması anlamında polis kaynaklarının azaltılması talep edilmektedir.

BLM protestolarında dile getirilen iktisadi ve siyasi taleplerin sisteme hâkim iki partiye mensup siyasetçilerden tümüyle destek görmesi beklenemez. Bununla birlikte siyahi entelektüeller arasındaki fikir farklılıkları kendilerini yeniden üretmişlerdir. Geleneksel siyahi liberallerin önde gelenlerinden Al Sharpton[5] kamu kaynaklarının toplum polisi gibi alanlara kaydırılmasını ve polisin reformunu savunurken, Ben Carson ise polise ayrılan kaynakların kesilmesini irrasyonel bulmaktadır.[6] Dolayısıyla hem geleneksel hem muhafazakâr siyahi liberaller BLM hareketi çevresinde gelişen başka bir alternatifi tahayyül dünyalarının dışında tutmaktırlar. Bu liberal anlayışları uzun zamandır eleştiren Cornel West`e göre yaşanan bir sosyal deney olarak ABD deneyiminin başarısızlığıdır; “200 yıldan fazla bir süredir siyahi insanların Amerika’daki tarihi Amerika'nın başarısızlığına bakıyor. ABD`nin kapitalist ekonomisi insanlara onurlu hayatlar yaşatacak bir yordam yaratamadı ve sağlayamadı. Ulus-devlet, adalet sistemi, yasal sistem özgürlüklerin korunmasını sağlayamadı. Ve şimdi kültürümüz elbette pazar odaklı- her şey satılık, herkes satılık- ruh için, anlam için, amaç için bir çeşit beslenme sağlayamıyor”.
 
Gelir ve servet eşitsizliğinin görülmemiş düzeyde artmış olması, korona-kriz döneminde bile milyarderlerin zenginleşmeye devam etmesi, artan polis bütçeleri, azaltılan sosyal harcamalar ve bütün bunların üzerine gelen polis şiddeti protestoları tetikledi. Polis şiddeti protestolar sırasında devam ediyorken, silahlı ırkçı beyazların tehditleri gerilimi arttırmaya devam ediyor. Tüm bu süreçte ortaya konulan sorunların ve çözümlerin iktisat açısından da değerlendirilmesini ise bir sonraki yazıya bırakıyorum.


[4] Irkçılık ve siyahilerin toplumdaki dezavantajlı konumlarını iyileştirmek için gerekli çabayı göstermediği yönündeki eleştirilere Başkan Obama`nın tepkisi şu şekilde olmuştur; “Ben tüm Amerikalıların fırsatlara sahip olmasını istiyorum. Ben siyahların başkanı değilim. Ben Amerika Birleşik Devletleri başkanıyım”. (https://www.politico.com/blogs/politico44/2012/08/obama-im-not-the-president-of-black-america-131351) Obama`nın bu tepkisinin CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu`nun etnik kimlik ve din üzerinden siyaset yapmadıklarını söylemesiyle farkı yoktur. Her iki durumda da etnik ve dini azınlıklara karşı uygulanan sistematik ayrımcılığı görmezden gelme, dolayısıyla egemen kimlik ve dinin azınlıkların sorunlarını baskılamasına göz yummaktadır.

Comments

Popular posts from this blog

Paul Robeson ve 1 Mayıs

Rezillik