Döviz Kuru Neden Dalgalanıyor? Ekonomi Politik Bir Açıklama

                                                                                       http://www.mersinyasam.net`te yayınlanmıştır

Döviz Kuru Neden Dalgalanıyor? Ekonomi Politik Bir Açıklama
Selim Çakmaklı

Son aylarda döviz kurunda yaşanan dalgalanmalar ve ekonomik aktivitenin yavaşlaması seçim sonrasi kriz olasılığını arttırmıştır. İktisatçılar arasında da tartışmalar canlanmıştır. Bu yazı kapsamında bu konudaki düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Bunu yaparken iki düzeyli bir analiz yapacağım. Öncelikle basit bir arz talep analiziyle döviz kurundaki hareketleri açıklayacağım ve daha sonra yakın dönemin ekonomi politiğiyle ilgili fikirlerimi söyleyecegim.
İktisat konusunda en bilindik şey arz ve taleptir. Bir metanın fiyatı arz ve talepteki dalgalanmaların boyuna bağlı olarak değişir. Örneğin, dövize talep varsa ve ülkede bu talebi karşılayacak bir döviz arzı yoksa, döviz kuru yükselir. Döviz arz ve talebinin kaynağı TCMB`nin yayınladığı ödemeler dengesi bilançosundan takip edilir.
Her türlü ithalat ve yurtdışına yatırım dövize olan talebi arttırır. Ülkeye parasını getirmiş yabancı yatırımcıların ülkeden çıkması döviz talebini arttırır. İhracat ve ülkeye yapılan yatırımlar döviz arzının temel kaynağıdır. Bunlara ek olarak kaynağı bilinmeyen net hata ve noksan kalemi vardır.
TCMB verilerine göre ihracat ve ithalat arasındaki farklılık (cari işlemler acığı) 55,380 milyon dolar olmuştur. Bu şu demektir; bu açığı finanse etmek için ülkeye ya sermaye girişi olmalıdır ya da resmi rezervler kullanılacaktır.
Sermaye girişini ödemeler dengesindeki iki ana kalemden takip ediyoruz; doğrudan sermaye yatırımları önceki yılın aynı ayına göre 269 milyon dolar azalmış ve portföy yatırımları 2,381 milyon dolar tutarında net çıkış kaydetmiştir. Net hata ve noksan kalemi ise 2,916 milyon dolar fazla vermiştir. Teknoloji çağında bu kadar hata ancak bu kalemi kaynağı belirsiz sermaye girişi olarak tanımlamakla açıklanır.
Ülkeye akan yabancı sermaye akımları yavaşlamış ve hatta tersine dönmüştür. Cari açığı bu girişlere dayanarak finanse etmek yakın dönemde mümkün olmayacaktır. Döviz açığını finanse etmek üzere resmi döviz rezervleri 4,836 milyon dolar azalmıştır. Dolayısıyla, döviz arzı döviz talebini karşılamaktan uzaktır ve buna tepki olarak döviz kuru artmaktadır.
Buraya kadarki açıklama olayın görünen yönüyle ilgilidir. Asıl soru döviz arz ve döviz talebinin ardında yatan ekonomi politik mekanizmalardır. İktisatçının işi de burada başlar. Ama iktisatçılar nadiren  bir konu etrafında aynı fikirlere sahiptir.
Yaygın iktisat anlayışına sahip iktisatçıların açıklamasi basittir. Ekonomiyi yöneten kurumlar arasındaki uyumsuzluk, ekonomide yaşanan güven kaybı, OHAL, reformların gecikmesi, 16 yıldır uygulanan yalnış politikalar, merkez bankasına yapılan politik müdahaleler, yolsuzluk v.b. açıklamaların merkezinde olduğu pekçok yazıyı medyada bulmak mümkündür. Buradaki argümanların bazılarına katılmakla birlikte bakış açımın farklı olduğunu söylemek istiyorum.
Herşeyden önce ekonomi yönetimi yalnış politika uygulamaz. Böyle birşey akıllara zarardır. Son 16 yılda uygulanan politikaların, önceki dönemlerdeki benzerleri gibi amacı sermaye sahiplerinin doymak bilmez iştahını doyurmaktır. Bu politikalar bilinçli politikalardır.
Sermaye sahipleri daha fazla birikim için iki şey yaparlar; birincisi ücretleri olabilecek en düşük seviyeye çekmeye uğraşırlar; ikincisi birbiriyle rekabet eder. Bu rekabet nihayetinde kar oranlarını azaltır ve sistem krize girer. Karı arttırmanın yeni yolları aranır, popüler deyimle reformlar yapılır, ve tıkanıklık bir sonraki krize kadar aşılır ama kriz yeniden oluşur. Yani kriz sistemin normal bir ugrağıdır; anormal bir durum değildir.
Krize sebep olan tıkanıklığı aşmak iktisat politikalarının ana amacıdır. İktisat politikalarının kriz öncesi ve sonrasinda nasıl kullanıldığına ilişkin bir kaç tarihsel örneğe uğrayalım.
1970`li yılların başında gelişmiş kapitalist ülkelerde kar oranları düşmeye başlamış ve dünya ekonomileri teker teker krizle yüzleşmek zorunda kalmıştır. Kriz Turkiye`ye 1976 yılından sonra ulaşmıştır. Çünkü tüm dünya krizdeyken Süleyman Demirel öncülüğündeki iktidar işçi dövizleri ve dış borçlanma sayesinde krizin etkisini bir süre öteleyebilmiştir.
1980 yılında ise krize tepki olarak 24 Ocak kararları alınmış.  Süleyman Demirel “devlet devreden çıkıyormuş. Allah aşkına devlet devrede oldu da ne oldu bakalım. Hep beraber bakalım; huzurunuza 350 milyar lira zarar getiriyorum...kim ödeyecek 350 milyar lira zararı?” diyerek kararları savunmuştur. Kendisi hükümetken yarattığı yıkımı 24 Ocak 1980 kararlarıyla toplumun sırtına yüklemiştir. Bu kararlar demokratik bir ülkede uygulama imkanı bulamazdı ve bu nedenle 12 Eylül askeri darbesi yaşandı. Bu askeri darbeyi de ilk alkışlayanlar iş dünyasının güzide insanlarıydı!
Daha sonra gelen Özal, ekonomi yönetimini parçalara ayırmış, özel sektöre her türlü teşviği sağlamış ve vergi sistemini reforme etmiştir. Reform derken zenginlerden vergi alınan vergi oranlarının adım adım azaltılmasını kastediyoruz.
Devlet sermayedarlardan vergi almak yerine borç almaya baslamış. Yani vergisini ödeyenler devletten hizmet beklerken, vergiler kamu borcuna ödenen faiz üzerinden sermaye birikimine dönüşmüştür. Devlete borç verebilecek kadar parası olanlara akmıştır bu fonlar. Bu sürecte Özal`in tıkanan politikaları 1989 yılında finansal serbestleşmeye aşılmıştır. Bu kararla bankalara yurtdışından kolayca borçlanma imkanı sağlanmış. Dövizle borçlanan bankalar, bu fonları yüksek faiz kazancı sağlayan kamu borçlanma senetlerine yatırmıştır.
1994 yılında sürdürülemezliği belli olan bu politikalar, Tansu Çiller`in faizleri düşürme kararıyla krize dönüşmüştür. Burada bir ayrıntı çok onemlidir. 5 Nisan kararlarıyla yerli para devalüe edilmiştir. Normal şartlarda devalüasyonun dövizle borçlanmış bankalara maliyetinin çok yüksek olması gerekirdi. Ancak merkez bankası ve kamu bankaları devalüasyondan önce döviz açığı olan bankacılık kesimine döviz satmış ve döviz açıkları kapatılmıştır. Hatta bankalar krizden sonra bir miktar kar bile etmiştir.
2001 krizi bir istisna değildi. Hatta en dramatik örneklerden biriydi. Krizden sonra ekonominin direksiyonuna oturan Kemal Derviş`in öncülüğünde hazırlanan Güclü Ekonomiye Geçis programı kamudan arta kalan ne varsa özelleştirmeyi amaçlayan bir programdı. Programın öngördüğü ve adına reform denilen düzenlemeleri yapmaksa bugünkü iktidara kaldı.
TEKEL önce parçalara ayrıldı ve sonra herbir parçası özelleştirildi, TÜPRAS ve PETKİM özelleştirildi. Yakın dönemde kredi borçlarıyla yeniden gündeme gelen TELEKOM özelleştirildi, kamuda performas sistemine geçildi, tarım sektörüne büyük bir darbe vuruldu, kamu-özel kesim ortaklığı adı altında ülkenin ortak varlıkları özelleştirildi ve doğa talan edildi. Ama bence en dramatik olay sosyal sigortalar kurumu ve hastanelerinin tasfiye edilmesiydi. Dahası da var; işgücü piyasasi esnekleştirme bahanesiyle güvencesizleştirildi. İşsizlik oranı yeni bir patikaya oturdu. Emekçi kitleler gündelik hayatlarını sürdürmek için krediye muhtaç hale geldi. İşte tüm bunlar yalnışlıkla değil, tam tersine, bilinçli bir şekilde sermaye sınıfı daha da zenginleşsin diye yapıldı. Sonucunda emekçi kesimler daha da yoksullaştı.
Bugünlerde mevcut talan düzeni tıkanmıştır ve bunun yansıması olarak dolar artmaktadır. Merkez bankası faizleri dramatik biçimde arttırmıştır. Emekçiler kazandıklarının daha büyük bir kısmını faiz ödemelerine ayırmak zorundadır. Döviz kurunun bu yüksek düzeyi biraz gecikmeli olarak enflasyona yansıyacak ve alım gücü daha da azalacaktır. Yeni bir talan düzenine geçiş ise ya yeni bir krizle ya da bir IMF dayatmasıyla olacaktır. Burada üçüncü bir seçenek daha vardir. O da sosyal ve eşitlikçi politikalar uygulamak ve bu politikaları varlıklılardan alınacak vergilerle finanse etmek.




http://www.mersinyasam.net/HaberDetay.aspx?id=22337

Comments

Popular posts from this blog

Paul Robeson ve 1 Mayıs

Rezillik