“Akıntıya Karşı: Alevilik, Suriye ve Laiklik”: Hakan Mertcan’ın Düşündürdükleri  

[Mersin Yaşam gazetesinde yayınlanmıştır]

SELİM ÇAKMAKLI

 

 Söz konusu yazılar kitabın geri kalan kısmındaki yazılardan farklı bir tarzda yazılmış. Zamanın ötesine davet ediyor bizi Mertcan;Hünkâr, sakız kokulu yatağından çıkmış, sehere karışmış, bir süre tek başına yol almış, Kerbelâ’ya gitmiş gelmiş”. Bu denemeler Mertcan’ın şairane yönünü bilenler için sürpriz olmayacak bir dille yazılmıştır. Tekrar tekrar okunması gereken ve üzerinde uzun batini sohbetlerin yapılacağı yazıların etkisi altındayken Gadir Humm üzerine yazıyla karşılaşıyoruz. Aslında “Gadir Humm ve Aleviler” yazısı kitap boyunca tekrarlanan bir meseleyi açıklığa kavuşturuyor. Özellikle Mersin-Samandağ hattında yoğun bicimde yaşayan Arap Alevilerin (Nusayriler olarak da adlandırılan Alevi topluluğunun) inançsal Alevi olarak kabul edilip edilmeyeceğine yönelik tartışmadan bahsediyorum. Bu mesele nedeniyle Mertcan Nusayrilerin kendilerini Alevi olarak tanımladıklarını sürekli vurgulama gereği duyuyor. Mertcan “Gadir Humm ve Aleviler” yazısında yedi ulu ozan divanlarında Nusayrilerin her yıl büyük bir özenle kutladıkları Gadir Humm’un izini sürmekte ve Alevilik üzerine çalışan tarihçiler için önemli sorular ortaya atmaktadır. Birinci bölümdeki diğer yazılar ise kitabin son bölümüyle gayet ilişkili biçimde okunması gereken Cumhuriyet dönemi Alevi katliamlarına odaklanan yazılardan oluşuyor. Bu yazıları Mertcan’ının kitaptaki tüm yazılarında sezebileceğimiz kaygıları, öngörüleri ve uyarılarıyla birlikte okumak gerekiyor. Tabi şunu da vurgulamak gerekir, Mertcan’ın anlatım tarzı okuyucuyu acının ortasına götürür ve kelimelerin gücü acıyı bedeninize taşır.

 

Kitabın ikinci kısmı “Gül Bahçesinde Diken Olmak” diyerek Arap Alevilerin Türkiye’de var olma mücadelesine odaklanıyor. Hz. İsa’nın doğumundan Hz. Musa’nın Hızır’la buluşmasına kadar çok sayıda günü bayram olarak kutlayan Arap Aleviler Cumhuriyetin asimilasyon politikasından en fazla nasibini almış topluluklar arasında yer almaktadır.  Kendi kimlikleri ve inançlarıyla Cumhuriyetin yurttaşı olamayan Arap Alevilerin hem tarihlerine hem son dönemde yaşadıkları zorluklara tanıklık etmiş Mertcan’ın söyleyeceklerine kulak kabartmak son derece önemli. İkinci bölüm Türkiye halklarına büyük bir umut vermiş Gezi Eylemleri sırasında Arap Alevilerin Adana’da yaşadığı tecrübeye odaklanıyor.  Söz konusu yazı Mertcan’ının Adana’nın köklü mahallelerinde yaşayan Arap Alevilerin devletle ve Alevi olmayan topluluklarla ilişkilerine dair tanıklıklarına da yer veriyor.

 

“Akıntıya Karşı” kitabının üçüncü bölümü “Suriye: Savaşın Gölgesinde Aleviler” üzerine yazılardan oluşuyor. Mertcan bölümün hemen başında bizi çok haklı olarak uyarıyor; “Alevilere yönelik nefret söylemi ile çeşitli zamanlarda Alevilere yönelik vuku bulan saldırılar arasında bir bağ olduğunu düşünmekteyim”.  Alevilere yönelik sistematik saldırılar bir tür devlet geleneğidir. Suriye savaşı sırasında başta Arap Aleviler olmak üzere tüm Alevi topluluklar bu propagandadan nasibini almıştır. Suriye savaşı, maalesef, gerektiği gibi ele alınmamakta ve tartışılmamaktadır. Halbuki IŞİD gibi bir katil sürüsü Ortadoğu coğrafyasını kana bulamış ve insanlığın ortak miraslarını yakıp yıkmıştır. Katliamların boyutu kötülüğün sınırlarını akıl almaz bir boyuta taşımıştır. IŞİD katil sürüsünün yüzbinlerce Arap Alevi’yi katlettiği gerçeği ne Türkiye’de ne de Dünyada gündemin ana maddesi haline gelmemiştir. Mertcan’ının tüm bu vahşet yaşanırken Arap Alevilerin “kendilerini genel olarak Alevi olarak” tanımladıklarına ilişkin vurgu yapmasını gerektiren zorunluluk, üzerine düşünülmesi gereken bir meseledir. IŞİD katil sürüsünün, maalesef, yüreğimizi kanatan Suruç ve Ankara Gar katliamlarıyla ilgili yazılar ve Mertcan’ının Fikret Başkaya ile yaptığı röportaja yer verdiği üçüncü bölüm, 2020 yaz aylarında Cebe el-Alevviyum’daki yangınları inceleyen bir yazıyla son buluyor.

 

Kitabın son bölümü ise “Laiklik: Neredesin Ay Yüzlüm” başlığını taşıyor. Genel olarak Türkiye’deki laiklik uygulamalarıyla AKP dönemindeki din-devlet-toplum ilişkisine odaklanan yazılarından oluşan bölüm son derece önemli. Bence bu bölüm, özellikle Arap Aleviler başta olmak üzere Alevilere, birazda sitemkâr bir tonda, seslenen yazılardan oluşuyor. Alevilerin olmayan bir laikliğe övgüleri, devletin dini kendi yüksek menfaati için kontrol etmek için örgütlediği görmezden gelmeye itiyor. Cumhuriyet’in hiçbir döneminde gerçek bir laiklik uygulanmamış olmasına rağmen, özellikle tek parti dönemine ilişkin bir özlemi anlamak mümkün değil. Özellikle bunca katliama sahne olan Türkiye’de bir tür “devlet geleneği” varlığını ve bu geleneğin Alevilere karşı asimilasyoncu tutumu görmezden gelinemez. Hiç kuskusuz Mertcan’ının devlet-din ilişkisinin niteliğine dair uyarılarına kulak vermek gerekiyor; tek yönlü bir ilişki değil, devletten dine doğru kurgulandı ama Siyasal İslam’ın güçlendiği evrelerde, … Siyasal İslam’ın kendini belirginleştirdiği partilerin egemenliğinde, dinden devlete doğru karşılıklı bir etkileşim ve güç kazanma olarak ortaya çıktı”.

 

Mertcan’ının genel okuyucu kitlesini hedef alan, takibi ve anlaşılması kolay tarzda kaleme aldığı “Akıntıya Karşı” kitabındaki yazılar tarihsel ve politik bir çevceve içerisinde yazılmıştır. Kitabın kimlik ve var olma meselesine vurgusunun, özellikle 1980 sonrasında Arap Aleviler arasında oluşmaya başlayan, sınıfsal farklılaşmaları ıskaladığı, yeterince dikkate almadığı ileri sürülebilir.  Ancak, tüm yazıların odağında ezilmiş, haksızlığa uğramış, katledilmiş, yaşam alanları yok edilmiş halklara odaklanılıyor olması kendi başına sınıfsal bir yaklaşımın Mertcan’ın düşünce dünyasının ayrılmaz bir parçası olduğunu bize söylemektedir. “Akıntıya Karşı” kitap severlerden hakkettiği ilgiyi görecektir diye umuyorum ve yazımı Mertcan’nın şiirsel kelimeleriyle bitirmek istiyorum; Ocaklar harlandı, Kırkbudak boylandı… Turnalar dönüyordu kıvılcımlanan kanatlarıyla uyanmakta olan semada. Yedi iklim dört kösede, kadim kandillerde filizlendi direnç gülleri. Bastırılamazdı, söndürülemezdi! Gayri Hakikatin nuru havaya düşmüş, suya düşmüş, toprağa düşmüştü”.

Comments

Popular posts from this blog

Paul Robeson ve 1 Mayıs

Rezillik