İktisat, Barış ve Üniversite

Selim Çakmaklı
Yılın en sevdiğim mevsimi olan yaz sona ererken beni teselli eden şeylerden biri üniversitelerin açılacak olmasıydı. İktisada giriş dersleri anlattığım için üniversiteye yeni adım atmış heyecanlı yüzlere hitap etmek beni hem mutlu ediyor hem motive ediyordu. Bu sene pandemi nedeniyle uygulanan ve pandemi sonrası, korkarım karlı olduğu için, devam ettirilecek olan uzaktan eğitim deneyimi tatmin edici olmaktan oldukça uzak. Bu umut kırıcı duygularla sosyal medyaya bakıyorum, gazetelere göz atıyorum ve sonra televizyonda güler yüzle ve mizahi bir tavırla haber sunan spikerleri görünce aklıma iyi günler ekibi geliyor. “İyi günler” ekibi birkaç arkadaşımla aramızda bir espriydi. Ortalıkta mekânın sahibi gibi en güler yüzüyle gezen ve her şeyin bir olurunu bilen fakülte mensuplarıyla ilgili bir tanımlamaydı. İyi günler ekibi bizi hangi deyimlerle tanımlamıştı acaba?
Anlaşılan zihnimin derinliklerine doğru itmeye çalıştığım anılar ziyaret ediyor bugün. 12 Ocak 2016, fakültedeki ofiste
Mustafa Sener
’le ayaküstü sohbet ederken odaya
Hakan Mertcan
geldi ve RTE`nin konuşmasını dinleyip dinlemediğimizi sordu. Hakan o kadar ileri görüşlü ki o gün başımıza gelecekleri kendine has üslubuyla çabucak söyledi. Siyaset tarihçisi Şener’de acı acı gülümseyerek onayladı. Barış Akademisyenlerine karşı katliamda Mersin Üniversitesi rektörü zaten yarışta en önde koşmayı başardı. Üniversitenin açtığı “gizli” ibareli soruşturma zarflarını alırken, yürürlükteki kanunların ve yerleşik uygulamaların böyle bir soruşturmanın hukuksuzluğuna yaptığı vurguya fazla bel bağlamış gibiydik. İyi günler ekibi, her zaman olduğu gibi yüzlerinde gülücüklerle ortalıkta dolaşıyordu. Diğerleri de küçük harflerle başımıza geleceklerden duydukları üzüntüyü fısıldıyordu. Ama mücadele etme konusunda kararlılığımızı da not etmem gerekir ki muhtemelen hayatta hiçbir konuda bu kadar kararlı olmamışımdır. O kadar ki ben fakülte yönetim kuruluna yardımcı doçent temsilcisi olarak seçilmiştim. Dekan beni atamakta tereddüt yaşadı ama kararlılığımız sonunda kuruldaydım. Tüm bunlar yaşanırken, bir öğleden sonra fakültede iki polisin bizi aradığını duydum. Polisler ellerinde bir soruşturma emriyle gelmişlerdi. Hakkımızdaki soruşturmalarla ilgili ifade vermek üzere terörle mücadele şubesine bekleniyorduk. Mustafa Şener,
Esin Gülsen
, Hakan Mertcan ve bana türlü suçlamalarla önce soruşturmalar ve sonra davalar açıldı.
Terör propagandası yapmak, halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek ve devlet büyüklerine hakaret v.b. suçlamalarla hakkımızda davalar açıldı. Dava dosyaları sosyal medyadaki paylaşımlarımızdan oluşuyordu. Neler mi paylaşmıştık? Terörle mücadele adı altında işlenen suçlarla ilgili haberleri, insan hakları ihlallerini ve barış taleplerini paylaştık. Silopi`de damda uyurken polisler tarafından açılan ateşle vurulan anne ve kızın haberiydi paylaştığımız. Cenazesi sokaktan alınamayan Taybet ananın haberiydi paylaştığımız. Polis kurşunuyla katledilen bebeklerin/bebeklerimizin ve melek yüzlü çocukların/çocuklarımızın haberlerini paylaştık. Geziyi paylaştık.
Adaleti devasa saraylarda dağıtan hukuk sistemi bizi yargıladı (hakkımızda iki dava vardı) ama yargılamaya doyamadı. Şener, Hakan ve ben Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a hakaret suçlamasından beraat ettik. Daha sonra Esin’in de yargılandığı davadan ben 1 yıl 3 ay ceza aldım ama kararın açıklanması geriye bırakıldı. Ancak savcının bu sonuçla tatmin olmayacağı belliydi. İstinaf mahkemesi Hakan’ın beraat kararını bozmakla kalmadı bir de ünlü TCK 301.Maddesinden yargılanmasına karar verdi. Mersin’deki yerel mahkemede 301`den yargılama yapılması için Adalet Bakanlığı’ndan izin talep etti. Hakan’ın insan hakları mücadelesi lise yıllarına dayanır. Adalet ve insan hakları mücadelesine olan inancı Hakan’ı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine yönlendirdi. Yüksek lisans ve doktorasını da Ankara Üniversitesinden alan Hakan’ın peşini hukuksuzluklar ve adaletsizlikler hiç bırakmamıştır. Hakan tüm bu zorluklara aldırış etmeden bilimsel ve edebi üretimlerine devam etmektedir. Hakan elbette bu davadan da beraat edecek ama toplumun üstüne bir kâbus gibi çökmekte olan adalet sistemi gittikçe içinden çıkılmaz bir soruna dönüşüyor.
Eşit haklar taleplerinin bastırıldığı, insan hakları ihlallerinin milliyetçilik kisvesi altında gözden kaçırıldığı, eşitsizliklerin günden güne arttığı ve yoksulluğun insanları çaresizliğe sürüklediği bir zamanda Barış isteyen akademisyenlerin üniversiteden atılmasında, medeni ölüme zorlanmasında veya yurtdışına çıkmaya zorlanmasında şaşıracak bir durum yok. Bunlar tarihte ilk kez meydana gelmiyor. Ülkesinden, sevdiklerinden uzakta yaşamaya zorlanan ilk insanlar da biz değiliz. Ama tüm bunlar yaşanırken üniversitelerden çıkan alternatif seslerin bu kadar cılız olduğu bir dönem yoktur sanırım. Bilimsel etiğe sığmaz ifadeleri kulaklarımız defalarca işitti maalesef. İyi günler ekipleri kendi pozisyonlarını korumak için sessiz kalmayı tercih ettiler, ya da ben çok naif düşünüyorum. Sonuçta üniversite toplumdaki itibarını hızlı bir biçimde kaybediyor. Toplumsal sorunlara potansiyel çözümler geliştirebilme potansiyeli tükeniyor. Kadına yönelik şiddetin, yıldırma benzeri hâksiz uygulamaların yaygınlaştığı ve kişiye özel kadro tahsisleriyle yıpranan bir kurum halini alıyor. İyi günler virüsü hızla yayılıyor.

Comments

Popular posts from this blog

Paul Robeson ve 1 Mayıs

Rezillik